30 Mart 2012 Cuma

78'liler girişimi 12 eylül davasına müdahil olmak için dilekçe verdi (AA)

78'liler girişimi üyeleri, 12 Eylül darbesine ilişkin Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan davaya müdahil olmak için dilekçe verdi.

78'liler girişimi üyeleri, müdahillik dilekçelerini Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne vermeden önce, adliye önünde basın açıklaması yaptı.

 78'liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can, 12 yıl önce darbecilerin yargılanması, demokrasinin önünün açılması, Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşmesi için başlattıkları yürüyüşün sonuç verdiğini ifade etti.

12 Eylül darbesinin sadece Evren ve Şahinkaya ile açıklanamayacağını söyleyen Can, şunları kaydetti:

''Onlarla birlikte bir cunta vardı. Bir kısmı ölmüş. Sıkıyönetim komutanları, yardımcıları, cezaevi istihbarat komutanları ve cezaevlerindeki işkenceci komutanlar vardı. Emniyet müdürleri vardı. Siyasi şube müdürleri vardı. Siyasi şubeler bünyesinde siyasete bakan işkenceci polisler vardı. Yargısız infaz yapanlar vardı. Bülend Ulusu ve Danışma Meclisi vardı. Çarşaf çarşaf ilanlar veren, darbeye giden yolu açan TÜSİAD vardı. Türkiye'nin tekelci sermayesi vardı. Darbeyi örgütleyen ve destekleyen ilk kurum TÜSİAD vardı. Dahası uluslararası sistem vardı. Amerikan emperyalizmi vardı, 'Bizim oğlanlar darbe yaptı' diyen. Bütün bunlarla yüzleşmek, hesaplaşmak; Türkiye'yi darbecilerin kirinden ve pasından arındırmak gerekiyordu.''

Cuntanın, 1983'e kadar 600'e yakın yasa çıkardığını belirten Can, Türkiye'nin 30 yıldır bu yasalarla idare edildiğini savunarak, şöyle devam etti:

''Yani Turgut Özal, SHP-DYP koalisyonu, Bülent Ecevit, Tansu Çiller, MHP ve ANAP hükümeti bu yasalarla Türkiye'yi yönetti. Darbecilere karşı olduğunu söyleyen AKP, ülkeyi idare ederken bu yasalarla idare etti. Ek olarak özel yetkili mahkemeleri gündeme getirdi ve KCK operasyonlarını bu ülkenin başına bela etti. Dolayısıyla Türkiye, 12 Eylül yasaları üzerinden darbe sürecini devam ettiren hükümetlerle de hesaplaşmak zorunda. Onlarla da yüzleşmek zorunda. Evren ve Şahinkaya yetmez. Ama buradan başladı. Bunu genişleteceğiz, sürdürmeye çalışacağız. Toplumda darbeye karşı bir vicdan yaratmak, bile bu ülkede bir şeydir. Bunun peşinde olmalıyız.''


-''Bütün sorumlular yargı önüne çıkarılmalı''-


Adliye önünde, Federasyona bağlı derneklerden birine üye olan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan da hazır bulundu.

Milletvekili Önder 27 Mayıs'tan sonra iktidarı devralan Demokrat Parti'nin uzantılarının, darbenin meşruiyetine gerekçeler uydurarak işe başladığını ifade etti.

Türkiye'de sağın geleneksel yaklaşımının ''darbe sistemine değil, onun aktörlerine karşı çıkmak'' şeklinde olduğunu söyleyen Önder, şunları söyledi:

''28 Şubat, 27 Nisan ve benzeri operasyonlarda da sağın bu ülkedeki geleneksel yaklaşımı darbe sistemine değil, onun aktörlerine karşı çıkmak şeklinde olmuştur. Bir müddet sonra darbenin yarattığı bütün kurumları kendi tahakküm araçları olarak kullanmaya başlamışlardır. Yapılmakta olan da budur. 'Vesayet' diye yeri göğü inlettiler, bununla referandumda oya talip oldular; ama darbeciliğin getirdiği bütün kurumlara, aktörleri değiştikten sonra büyük bir iştahla sahip çıkmaya devam ediyorlar. Bugün eğer cuntanın sorumluları yargı önüne çıkarılmak zorunda kalmışsa, bu, başta 78'liler olmak üzere bütün devrimcilerin onurlu, inatçı ve bu anlayışı teşhir eden davranış ve mücadeleleri sonucudur.''

Önder, darbenin bütün sorumlularının müteselsilen yargı önüne çıkarılmasını istediklerini belirtti.

12 Eylül iddianamesinde geçen Nimet Tanrıkulu ise darbeler sonucunda ülke insanının ağır bedeller ödediğini kaydederek, suçluların mutlaka yargılanması gerektiğini belirtti.

Grup, daha sonra müdahillik dilekçelerini Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesine verdi.

İHD Genel Başkanı Türkdoğan, Diyarbakır Barosu'nun müdahillik dilekçesini de mahkemeye sundu.

Türkdoğan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''Diyarbakır barosuna kayıtlı çok sayıda avukat, o dönemde kendilerinin de işkenceden geçtiğini, girdikleri davalarda savunma hakkının askıya alındığını ve bu şekilde baro tüzel kişiliğinin suçtan zarar gördüğünü belirterek, barodan davaya müdahil olmasını istemiş. Yönetim kurulu da bu yönde karar almış'' dedi.

28 Mart 2012 Çarşamba

600 tutuklu öğrenci için dayanışma konseri/30 mart cuma (ayrıntılar metin içinde)

Dayanışma engelleri aşar!
Türkiye’de son 2 yılda baş gösteren tutuklamalar toplumun bütün kesimlerini sarmış durumda. Siyasetçilerden gazetecilere, yazarlardan akademisyenlere, öğrencilerden sendikacılara doğru uzanan bu tutuklamalar çerçevesinde biz Öğrenci Gençlik Sendikası olarak özellikle tutuklu üniversite öğrencilerinin durumu üzerinde durmaktayız.
Sayıları 600’e yaklaşan tutuklu üniversite öğrencileri, cezaevlerinin en dikkat çekici tablosunu oluşturmakta. Bu kadar genç insanın cezaevlerinde bulunuşu, hayatlarının baharında ailesinden, arkadaşlarından, okullarından uzakta “ceza”larının tamamlanmasını beklemesi Türkiye’de demokrasi çarkının nasıl işlediğini bizlere göstermekte. Suç delilleri yumurta, şemsiye, puşi ve kitaplardan oluşan öğrencilerin aldıkları cezalar ise en az 6 aydan başlıyor. Öyle ki İstanbul Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geldiği gün okula yumurta ile girdiği için İstanbul Üniversitesi öğrencisi Yiğit Ergün hakkında 11 yıl hapis cezası istenmişti. Bir başka örnek ise demokratik bir eylem dönüşü polisin keyfi uygulamalarla gözaltına aldığı Baran Nayır ve Ali Deniz Kılıç’ın 2 yılı aşkındır süren tutukluluğu ve bunlara eklenen 600’e yakın dava daha.
Tablo bu iken halen “Türkiye’nin ileri demokraside ısrarlı adımlarla yürüdüğü” iddia ediliyor. Yıllardır eylem, boykot, grev deyince akla hemen üniversiteler ve üniversite öğrencileri gelirdi. Çünkü okuyan-yazan-araştıran gençlerdi üniversiteliler. Dünyaya herkesin baktığı gibi bakmaz, umut ettikleri yarınların çok yakında olduğunu düşünürlerdi. Sağ-sol çatışmaları diye manşet olan haberlerin merkeziydi üniversiteler. Polislerden dayak yer, okuldan atılırlardı. İşte alıştığımız klasik üniversite tipolojisi AKP iktidarıyla birlikte değişikliklere uğradı. Tabandan, tavana her kesimi apolitikleştiren AKP siyasetle uğraşmayı sadece kendine meşru görmekte. İşte bu gerekçelerle üniversitede tabiri caizse siyasetin “s”sinden bahseden biz üniversite öğrencileri soruşturuluyoruz, o da yetmiyor tutuklanıyoruz. Önceden polis şiddeti ile karşı karşıya kalırken şimdi apolitizmin etkisi ile ötekileştirmeye maruz bırakılıyor, toplumun dışına itiliyoruz. İktidarın pervasızca tutumuna karşı ses çıkaran üniversiteliler olarak yarın başımıza ne geleceğinden haberimiz yok.
Sene başında harçlara yapılan büyük zamlara karşı Öğrenci Gençlik Sendikası olarak toplumun dikkatini çekmeye başardık ve binlerce imza topladık. Ancak insanların içine işleyen korku politikaları sebebiyle bunu eyleme döktüğümüzde bize katılan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmemekte. Basının ve kamuoyunun desteğiyle hak almak için yaptığımız eylemler terörize edilerek topluma yansıtıldığından kimse çocuğunun siyasetle uğraşmasını istemiyor. Aileler uygulanan sindirme politikalarına karşı elini eteğini bu işlerden çekiyor ve çocuklarının haklı buldukları halde eylemlere katılmasını istemiyor. Bu şartlar altında can çekişen muhalif öğrenci hareketi bu tutuklamalarla da yok edilmeye çalışılıyor.
İşte kısaca durum böyleyken bizim Öğrenci Gençlik Sendikası’nın son süreçte en önemli gündemlerinden biri haline geldi tutuklu öğrenciler sorunu. Üniversitede söz hakkımızın olduğunun bilincinde olan Genç-Sen’liler olarak okulda söz söyleyen arkadaşlarımızın asılsız nedenlerle tutuklanmasına tahammül edemiyoruz.
Hopa olayları malum hala herkesin aklındadır. Tekrar hatırlatmak adına; AKP’yi protesto eden Hopa halkının karşısına dikilen polisler “orantısız” güç kullanmış ve Metin Lokumlu adlı emekli öğretmen polislerin attığı gaz sonucu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti. Bunun yankısı ülkenin dört bir yanında hissedildi. Binler Metin Öğretmen olup sokaklara döküldü. Metin hocanın katillerinden hesap sorarken kendilerini mahkemelerde buldular. Hopa olaylarında çoğu üniversite öğrencisi onlarca kişi tutuklandı. Ankara’da Hopa olaylarını protesto ettiği için tutuklanan Ankara Üniversitesi öğrencisi Ferhat Konukçu ve Gazi Üniversitesi öğrencisi Erdal Kozan aynı zamanda Genç-Sen üyesiydiler. 6 aydan fazla cezaevinde kaldılar. Kendilerinin suç olarak görmediği eylem devlet tarafından suç görülmüş, her birinin, terör örgütü üyesiymiş gibi gösterilip tutuklanmasına yetmişti. Sincan cezaevinde kalan Ferhat Konukçu’nun yazdığı son yazısında Pozantı’da yaşanılanlara değinmiş ve kendi yaşadıklarından bahsetmiştir:
“Çırılçıplak soyup X Ray cihazından geçiriyorlardı bizi. Bir çocuk geçerken cihaz sürekli ötüyordu. Meğer sırtında kurşun varmış, hayati bir risk doğurur diye çıkarmamışlar kurşunu.”
“Herkesin saçını tek tip kazıtıyorlardı.”
“Koğuşa girdiğimde öğrendiğim ilk şey bir çocuğun kendisini bir süre önce astığıydı.”
Cezaevi gerçeğini anlatmak için aklına gelen ilk birkaç cümle bu. Toplumu baştan aşağıya tek tipleştirmeye çalışan AKP hükümetinin cezaevinde bu yöndeki çalışmaları en üst safhada. Saçları kazıtılıp tek sıra halinde dizilen tutuklular zihinlerinin tek tipleştirilmemesi için elinden gelen çabayı gösteriyorlar. Ancak devlet bunun da önüne geçmenin çabasında elinden geleni ardına koymuyor. Tutuklu arkadaşlarımıza yazdığımız mektupların 100 tanesinden belki 1 tanesi ellerine geçebiliyor ya da gönderdiğimiz kitaplar devlet nezdinde “ tehlikeli” bulunuyor, kabul edilmiyor. Tutuklu arkadaşlarımıza dünyadan bihaber yaşamaları dayatılıyor.
Durum böyleyken biz Genç-Sen’liler elimizden geldiğince tutuklu bütün öğrencilerin davasını takip etmeye çalışıyoruz. Ama o kadar çok ki bazen yetersiz kaldığımız da oluyor. Ancak aklımızda son kalan davalardan biri Baran ve Ali Deniz’inki. 6 Haziran 2009’da tutuklanan Baran ve Ali Deniz’in 5. davası 20 Aralık 2011’de görüldü. Deliller inceleniyor denildi, ancak 4. Mahkeme sonrasında delillerle ilgili sonuçlara ulaşıldı. Delillerin incelemesi tamamlandığında ise ne Baran Nayır’a ne de Ali Deniz Kılıç’a ait bir iz bulundu. Bu davalar boyunca Baran ve Ali Deniz’den şikâyetçi olan polisler bir türlü mahkemeye gelemedi ve yine aynı sonuç: Uzun tutukluluk hali başlı başına ödenmesi zor bir faturaya dönüşüyor.
Toplumun her kesimine açılan tutuklama savaşlarında “özel durumlarda” işletilebilecek olan prosedür doğal bir hal alır oldu. Savcılar dosyaya gizlilik kararı koyuyor, 6 aydan evvel iddianame hazırlanmıyor, bu süre zarfında ne ile suçlandığı bilinmeden insanlar cezaevlerinde tutuluyor ve bu mahkemeler senelerce sürüyor.
Bu tutuklama curcunasında belki de en dikkat çeken dava Cihan Kırmızıgül’ündü. Galatasaray Üniversitesi öğrencisi olan Cihan’ın davasındaki tek suç delilini boynuna taktığı puşi oluşturmaktadır. O kadar büyük bir suç deliliymiş ki Cihan’ı 2 yıl aramızdan ayırmaya yetti. İlginç tutuklamalardan birini de Cihan Keşkek’in davası oluşturmaktadır. Grup Yorum bileti satmak tutuklanma gerekçesinin başını oluşturuyor. İnsanların hayatlarıyla oynamayı bu kadar basite indiren AKP hükümeti, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı araştıran savcıyı ise görevden almaktan çekinmiyor. Ancak bizlerin hala yarınlara ümidi var ve bunun adına yarınları birlikte öreceğimiz arkadaşlarımızın serbest bırakılması için var gücümüzle çalışmaya devam edeceğiz.
Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma Konseri
Tutuklu yüzlerce üniversite öğrencisi cezaevlerinde hayatlarını devam ettirmeye çalışıyor. Ancak her yerde olduğu gibi cezaevlerinde de hayatın devam edebilmesi için paraya ihtiyaçları var, cezaevinde her şey parayla. Darbeci Evren’in iddia ettiği gibi bir “besleme” durumu yok yani. Ancak cezaevinde olan arkadaşlarımızın çalışma olanakları yok. Onların eğitimine devam edebilmeleri için harç parası vermeleri ve sınavlarına girmeleri gerekmekte ve işte bunların hepsi de para demek. Devlet hapishanedeki bir öğrenciye sınava girme hakkı tanıyor sağ olsun. Daha doğrusu eğitim hakkını elinden almasını Anayasa henüz engelliyor. Ancak sınava gidebilmesi için cezaevi ring aracına binmesi gerekiyor tutukluların ve bu araca binmek için de para verilmesi gerekiyor. İşte tüm bu gereksinimler nedeniyle “Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma” ekseninde bir konser çalışması başlattık. Gelirinin tamamı tutuklu öğrencilere gidecek konserin startını yaklaşık 1 ay önce verdik. 30 Mart tarihinde saat 19.00’da İstanbul Kadıköy Caferağa Spor Salonu’nda Kardeş Türküler, Bandista, Bajar, Entu ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun sahne alacağı konser için toplumun her kesiminden insanın desteğine ihtiyacımız var. Kolay bir işin altına girmedik, biliyoruz, yapmamız gereken daha çok şey var, bunun da farkındayız. Tutuklu öğrenciler özelinde bu tutuklama terörünü toplumsallaştırıp herkesin dikkatini çekebilmek boynumuzun borcu. Aydın ve yazarlardan aldığımız destek videolarıyla bir nebze de olsa bunu yakalamanın çabasındayız. Tutuklu öğrencilerle dayanışma etkinliklerimiz kapsamında TMK’nın kaldırılmasını, Özel Yetkili Mahkemelerin kapatılmasını, YÖK’ün ve disiplin yönetmeliğinin kaldırılmasını ve öğrencilere açılan soruşturmaların geri çekilmesini istiyoruz. Bir söz, bir bilet, bir video, BİR SES VER şiarı ile herkesi destek vermeye çağırıyoruz. Sesimize ses verin çığlık olalım.

suriyeli muhaliflerin istanbul'daki toplantısına ilişkin reuters haberi

Suriye muhalefeti toplantısında Kürtler uzlaşmaya katılmadı
    İSTANBUL, 28 Mart (Reuters) - Suriyeli değişik muhalif gruplar dün Suriye Ulusal Konseyi (SNC) şemsiyesi altında İstanbul'da yaptıkları
toplantıda, Birleşmiş Milletler özel temsilcisi Kofi Annan'ın barış planına, eğer Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ı iktidardan uzaklaştırmayacaksa, itibar
etmediklerini belirttiler.
    Suriye hükümeti dün yaptığı açıklamayla, ateşkes ve sivil halka insani yardımlara erişim sağlanması koşullarını içeren Annan planını kabul
ettiklerini duyurdu ancak bazı SNC üyeleri bunu kuşkuyla karşıladılar.
    Konsey üyelerinden Edib Şişakli, "Esad zaman kazanıyor. Daha çok insan ölecek. Oyun oynuyor" dedi.
    Türkiye ve Arap Birliği'nin dönem başkanı Katar'ın davetiyle İstanbul'da buluşan muhalif gruplar arasında ayrılıklar görülüyor.
    Önde gelen muhaliflerden Haitham el Maler ve Kürt delegeler, görüşlerinin dinlenmediği gerekçesiyle dünkü toplantıyı terk ettiler.
    Türk yetkililerin de çabalarıyla daha sonra uzlaşma sağlandıysa da, Esad sonrası Suriye vizyonunda Kürt haklarına atıf yapılmamasına itiraz eden
Kürt delegeler bu uzlaşmaya katılmadı.
    Muhaliflerin birlik sağlayamaması, Suriye'nin mezhepsel ve etnik çatışmaya düşme ihtimalini akla getirdiği için Esad'ın iktidardan gitmesini isteyen
pek çok devlet bu konuda tereddüt ediyor.
    SNC başkanı ve önde gelen muhaliflerden Burhan Ghalioun, bugün bütün muhalif grupların liderleriyle görüşerek Konsey'de yapılması istenen
reformların ele alınacağını söyledi.
    SNC sözcüsü Basma Kodmani, Annan planını ancak Esad'ın iktidardan uzaklaştırılması sonucun doğurması koşuluyla desteklediğini söyledi.
    "Bu bizim değişmez pozisyonumuzdur çünkü bunun için binlerce Suriyeli öldü."
    Kürtler hariç toplantıya katılan gruplar, Esad iktidardan ayrıldıktan sonra, intikam gözetmeden ve uzlaşma arayışı içinde demokratik bir devlet
kurulması ilkeleri üzerinde anlaşmaya vardılar.
    Haberin orijinali için tıklayınız: [ID:nL6E8ER2CJ] ÖNEMLİ: Bu haber, linkleri yukarıda belirtilen haber ya da haberlerden derlenmiştir. Tam
çevrilmiş metin olmayabilir.
    (Haberi yazan Simon Cameron-Moore, Ayla Yackley; Haberi derleyen Ayşe Sarıoğlu; Redaksiyon Orhan Coşkun)

19 Mart 2012 Pazartesi

hrant dink vakfı 21-22 mart'ta "nefret söylemi" konulu iki konferans düzenliyor

Hrant Dink Vakfı, “Medya İzleme ve Nefret Söylemi” Projesi kapsamında 21 ve 22 Mart günlerinde “Nefret Söylemi” konulu iki konferans düzenliyor. 

Konferansta ‘İfade özgürlüğü nerede biter? Nefret söylemi nerede başlar?’, ‘Nefret söylemine getirilen yasak ile ifade özgürlüğü arasındaki gerilim’, ‘Nefret söylemi ve nefret suçları arasındaki ilişki’ ve ‘Medya ve insan hakları kuruluşlarının kültürlerarası diyaloğu teşvik etmekte oynayabilecekleri rol’ gibi başlıklar yer alacaktır.

Konferans 21 Mart günü Bilgi Üniversitesi’nde 18:00-20:15; 22 Mart günü Kadir Has Üniversitesi’nde 14.00-16.15 saatleri arasında gerçekleşecektir.

21 Mart günü Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenecek konferans aynı zamanda vakfın websitesinden (www.hrantdink.org) Türkçe olarak canlı yayınlanacaktır.


21-22 Mart 2012

Konu Başlıkları:
İfade özgürlüğü nerede biter?
Nefret söylemi nerede başlar?
Nefret söylemine getirilen yasak ile ifade özgürlüğü arasındaki gerilim,
Nefret söylemi ve nefret suçları arasındaki ilişki,
Medya ve insan hakları kuruluşlarının kültürlerarası diyaloğu teşvik etmekte oynayabilecekleri rol.

Konuşmacılar: Dr. Sejal Parmar & Doç. Dr. Esra Arsan
Yer: Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü, E4-305
Tarih: 21 Mart 2012
Saat: 18.00-20:15


Konuşmacılar: Dr. Sejal Parmar & Mahmut Çınar
Yer: Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü, D Blok Sinema B Salonu
Tarih: 22 Mart 2012
Saat: 14.00-16:15




14 Mart 2012 Çarşamba

"türkiye'de ötekileştirilenler" sempozyum dizisi bilgi'de başlıyor. ilk bölüm: aleviler

Türkiye’nin Ötekileri BİLGİ’de Buluşuyor: “Aleviler”

İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Araştırmaları Kulübü’nün düzenlediği "Türkiye'de Ötekileştirilenleri Anlamak" başlıklı sempozyum dizisi “Aleviler” paneli ile başlıyor. Panel 16 Mart Cuma günü Santral Kampüsü’nde gerçekleşecek.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Araştırmaları Kulübü tarafından düzenlenen etkinliğe, CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Bülent Bilmez, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Talha Köse ve araştırmacı yazar İhsan Eliaçık konuşmacı olarak katılacaklar.


Geçmişten günümüze Alevi hareketinin ele alınacağı etkinlikte; “Tarihsel Bir Tecrübe Olarak Alevilik ve Sünnilik'in Genel Değerlendirmesi", "Kemalist Modernleşme Sürecinde Aleviler ve Alevilik (1923-1980)”, “Alevi Kimliğinin 1980 Sonrasında Kendini Yeniden Tanımlama Çabaları" ve “Yeni Anayasa Sürecinde Aleviler" konu başlıkları tartışılacak.


Tarih: 16 Mart 2012, Cuma
Saat:14:00-17:00
Yer: Santral Kampüsü E3 101


13 Mart 2012 Salı

boğaziçi üniversitesi'nin 4+4+4 yasa tasarısı ile ilgili raporu



Konu: 5.1.1961 tarih ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Hakkında Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin Güncellenen Görüşü


Bir ülkedeki eğitim sistemi ve bunun uygulanmasını içeren model değişiklikleri, ancak daha önceki sistem ve uygulamalar bilimsel değerlendirmelerle ele alınıp gelişim ve değişimin zorunlu olduğu saptanırsa, gerekli olabilir. Böyle bir bilimsel değerlendirmeye dayanmayan değişiklikler, insan gücü açısından olduğu kadar ekonomik açıdan da savurganlığa neden olur. Bu çerçeve içinde, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi aşağıdaki gerekçelerle ilgili Kanun Teklifi’nin düzeltilmesini önermektedir.

1.     İlköğretim öncesi verilen okulöncesi eğitim, insan gücü açısından etkin olan ülkelerde zorunlu olup çağ nüfusunun % 100’ünü kapsamaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı 2010-2011 istatistiklerine göre Türkiye’de bu oran 60-72 ay çocukları için % 67’dir. Hedefimizin bu oranı % 100’e ulaştırmak olması gerekir. Okulöncesi eğitimin amacı,

a.     Tüm çağ nüfusuna, ilköğretime ön koşul oluşturan bilgi ve becerileri kazandırmak
b.     Uluslararası ve ulusal araştırmaların 50 yıldır gösterdiği üzere eşitlik ilkesi çerçevesinde, sosyo-ekonomik düzey farklarını ortadan kaldırarak okullaşmaya ön koşul oluşturan becerilerde çocukları eşit hale getirmektir.
Okulöncesi eğitimin tüm çağ nüfusuna zorunlu olarak iletilmemesi, okullaşma süreçlerine hazırlık açısından alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen çocuklar aleyhine, onarılması güç eşitsizlikler oluşturacaktır.
2.     Yeni taslakta 1’inci sınıf yaşı bir yıl öne alınmaktadır. Böylece, 60-72 ay çocukları, okulöncesi eğitime değil, 1’inci sınıfa alınacaktır. Bu uygulama pedagojik açıdan sakıncalıdır. Bu yaş çocukları, daha somut işlemler dönemine geçmediği için 1’inci sınıf becerileri arasında  bulunan okuma-yazma, basit sayısal değerlendirme ve işlemleri yapabilecek bilişsel düzeyde değildir. Müfredatı değiştirmek ise 1’inci sınıfta etkinlikle verebildiğimiz bu becerileri bir yıl erteleme durumunu yaratacak ve ilköğretimin 1’inci sınıfına ait olmayan okulöncesi becerileri bu sınıfa taşıyacaktır. O zaman, içerik açısından model 1+3+4+4 haline gelecektir. Böyle bir sistem oluşumu, bilimsel açıdan sakıncalı olduğu gibi aynı zamanda hiç bir ülkede bulunmayan anlaşılmaz bir bölünmeyi oluşturacaktır. 
3.     Önerilen 4+4+4 modelinin ilk kademesi olan 4 yıllık eğitim kavramı hiçbir bilimsel temele dayanmamaktadır. Bilimsel araştırmalara göre çağ nüfusu bilişsel gelişim açısından ayrıştırıldığında, 7-11 yaş somut işlemler, 12 yaş üstü ise soyut işlemler dönemleri olarak belirlenmiştir. Dördüncü sınıftaki bir çocuğun, somut işlemler döneminin tam ortasındayken ilköğretimin ikinci kademesine geçmesi, bilimsel veriler ve bulgulara ters düşmektedir. İlköğretim eğer iki aşamaya bölünecekse, bunun bilimsel veriler ışığında yapılması ve ülkemizin daha önceki deneyimlerinin üzerine inşa edilmesi kuvvetle önerilmektedir.   
4.     Yeni taslakta ilköğretimin ikinci kademesinde, artık yönlendirme yer almamaktadır. Bu olumlu bir gelişmedir. Ancak, teklifin 9’uncu maddesinde seçmeli dersleri almanın, “öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre” yapılacağı belirtilmektedir. Yeti, beceri ve ilgiler 10-13 yaş arası büyük değişimler içinde olduğundan, bilimsel veriler ışığında seçmeli derslerin yalnız ilgiler yönünde olması gerekir. Eğer yeni taslakta belirtildiği gibi seçmeli ders alınırsa, bu yine bir yönlendirme olacak ve belirtilen sakıncalar, yapılan yeniliğe rağmen ortadan kalkmamış bulunacaktır.
5.     Seçmeli dersler arasında dillerin bulunması bilimsel açıdan desteklenecek bir öneridir. Ancak, ‘ana dil eğitimi’ ile ‘ana dilde eğitim’ arasında büyük farklar vardır. ‘Ana dil eğitimi’, herhangi bir insanın ailesi içinde öğrendiği dili, eğitim sistemi içinde alması ve etkin bir şekilde kültürel ardalanı içinde öğrenmesi ile ilgilidir. ‘Ana dilde eğitim’ ise bütün eğitim sisteminin bu dilde gerçekleşmesi sürecini içerir. Burada seçmeli olarak önerilen ‘ana dil eğitimi’dir. Seçmeli dersler içinde dil çeşitliliği, toplumsal gereksinimlere yanıt verme açısından önemlidir.  
6.     Yeni taslakta ilköğretim ikinci kademeden sonra, öğrencilerin açık öğretim ve evde eğitim gibi olanaklarla da öğretim görebilme önerisi, özellikle alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen kız ve erkek çocuklarını okullaşma süreci dışına çıkaracak ve şu anda kız erkek farklarının belirdiği tek eğitim aşaması olarak çağ nüfusunun % 69.33’ünü, erkek çağ nüfusunun % 72.35’i ile kız çağ nüfusunun % 66.14’ünü kapsayan  ortaöğretim içinde bulunma oranını, bu gruplar aleyhine düşürecektir.  Böylece, önerinin kuvvetli yanı olarak benimsediğimiz, ortaöğretimi zorunlu hale getirme ve tüm çağ nüfusunu kapsama amacı büyük tehlike altına girecektir. Ayrıca, açık öğretim veya evde eğitim gibi olanaklar eğitimin niteliğini tehlike altına sokacak ve kontrolü zorlaştıracaktır. Böyle bir eşitsizlik, insan hakları açısından olduğu kadar insan gücü niteliğinin düşmesi açısından da eleştiriye açıktır.
7.     Ayrıca, okullaşma yalnız bilişsel gelişimin ‘olmazsa olmazı’ değil, aynı zamanda sosyalleşme süreçlerinin gerçekleştiği, çocuğun birey olarak toplum içinde etkin iletişim ve etkileşimi öğrendiği süreçleri kapsar. Sosyal ve duygusal gelişim, okullaşma süreci içinde önemli yer tutar. Bu nedenle, erken dönemde bu sosyal ortamın dışındaki seçenekler yalnız bilişsel gelişime değil, aynı zamanda da sosyal ve duygusal gelişime de ket vuracaktır.
8.     Farklı özellikleri olan çocukların kaynaştırma kavramı içinde eşit ortam ve eğitim olanakları ve içeriğine sahip olmaları amaçlanırken, önerilen modelde bu çocukların da büyük çoğunluğu ilköğretimin ikinci aşamasından sonra okullaşma sürecinden mahrum olabilir. Bu durumun, yukarıda sözü edilen insan hakları ve eşitlik ilkelerinde sorunlar oluşturması beklenir.
9.     Önerideki son 4 yılın mesleki ve teknik yönlendirmeyi içermesi, bilimsel açıdan sakıncalıdır. Bilimsel veriler ilgi, bilgi, yeti ve becerilerin 15 yaşlarında bile kararlılık göstermediğini ve kaygan bir zeminde olduğunu saptamıştır. Araştırmalar, çocukların yaşam boyu çalışacakları alanlardaki eğitim seçeneklerini 18 yaşından önce doğru ölçütlerle değerlendiremediklerini göstermektedir.
10.  On iki yıllık zorunlu eğitim bu taslağın bilimsel temellere dayanan ve insan gücü niteliği açısından önem arz eden bir önerisidir. Ancak, bu eğitimin zorunlu olması yanında genel ve çağın gerektirdiği temel eğitim yaklaşımını içermesi, önemle üzerinde durulması gereken bir konudur. Unutulmamalıdır ki en iyi mesleki eğitim etkin bir genel eğitim üzerine kurulabilir. Toplumun çeşitli kesitlerinin farklı tercihleri, zorunlu ve genel eğitim içinde zengin bir seçmeli dersler havuzu çerçevesinde karşılanmalı ve bir insan hakkı olan eğitim, tüm çağ nüfusunu içine alacak bir bütünsellik göstermelidir.
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde  çalışan bilim insanları olarak önerideki gelişimleri dikkatle izliyor, bilimden kaynaklanan değişiklikleri destekliyor, evrensel olarak tüm nüfusumuzu içeren eğitim sistemimizin bilimsel veriler ışığında oluşmasını umuyoruz. Farklılıklar açısından büyük kaynak, enerji ve birikimi içinde barındıran toplumumuzun insan gücünü donanımlı hale getirmemizde beraberce katılımda bulunmanın etkin sonuçlar oluşturabileceğimize inanıyoruz.


Boğaziçi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi
12.03.2012

12 Mart 2012 Pazartesi

ermenistan-türkiye sinema platformu'ndan: sınırları aşan filmler internette izlenebiliyor, yeni film destekleri için ise son bir hafta

Ermenistan Türkiye Sinema Platformu Ön Jürisi açıklandı, Sınırları Aşan Filmler artık internetten de izlenebiliyor!


Geçtiğimiz günlerde, 2012 yılı film destekleri için çağrı yapan Ermenistan Türkiye Sinema Paltformu’nun bu yılki ön jürisi belli oldu. Platform’a yapılan başvurular, Erivan Altın Kayısı Film Festivali direktörü Susanna Harutyunyan, Ermenistanlı tanınmış senaryo yazarı Vahram Martirosyan, Ermenistanlı yönetmen Ara Khanjyan, Ermenistan Türkiye Sinema Platformu danışmanı, belgeselci, yazar Melek Ulagay, Altyazı Sinema Dergisi yazarı, eleştirmen Berke Göl ve yönetmen- yapımcı Özgür Doğan ‘dan oluşan ön jüri tarafından değerlendirilecek ve Nisan ayında İstanbul’da, Temmuz ayında Erivan’da gerçekleştirilecek Sinema Destek Fonu’na davet edilecek projeler seçilecek.

Ermenistan Türkiye Sinema Platformu geçtiğimiz günlerde Türkiyeli ve Ermenistanlı sinemacıları bir kez daha birlikte film yapmaya davet etmişti. Türkiyeli ve Ermenistanlı sinemacıların ortak yapım projelerine açık olan ve Nisan ayında İstanbul’da ve Temmuz ayında Erivan’da yapılacak destek fonu toplantılarında sunulacak iki projenin 10,000 USD ile ödüllendirileceği Sinema Destek Fonu’nun çağrı metnini ve başvuru formuna www.cinemaplatform.org adresinden ulaşmak mümkün. Sinema Destek Fonu’na son başvuru tarihi 19 Mart 2012, Pazartesi.

2010 yılı boyunca yapımları Platform’un da desteğiyle gerçekleştirilen, ilk olarak 2011’de 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ve 8. Erivan Altın Kayısı Film Festivali’nde gösterilen, ardından yurtiçinde ve dışında pek çok festival programında yer alan Sınırları Aşan Filmler’den üçü ise bu haftadan itibaren Platform websitesinden izlenebiliyor.

Gülengül Altıntaş’ın yönettiği Kaybolmayın Çocuklar, Arthur Sukiasyan’ın yönettiği Güvercin Ustaları ve Altan Bal ile Canay Özden’in birlikte yönettikleri Kukla Tiyatrosu’nu www.cinemaplatform.org adresinden izleyebilirsiniz. Gor Baghdasaryan’ın yönettiği Komşular ve Diana Kardumyan’ın yönettiği Galata ise fragmanlarıyla Platform sitesinde yer alıyor.

Ayrıntılı bilgi için:

Nesra Gürbüz
nesragurbuz@anadolukultur.org

7 Mart 2012 Çarşamba

10-11 mart'ta ankara'da düzenlenecek uluslararası feminist forum'un programı belli oldu

Kaos GL Derneğinin koordine ettiği Uluslararası Feminist Forum’un programı belli oldu.

Ankara’da iki günlük bir buluşma şeklinde düzenlenecek “Uluslararası Feminist Forum”, 10-11 Mart hafta sonu olacak.

Türkiyeli feminist örgütler ile LGBT örgütlerinin davetli olduğu Feminist Forum’a Lübnan, Fransa, İsveç ve İran’dan konuşmacılar katılacak.

 Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsünde, Ahmet Taner Kışlalı Sanat Evi’nde yapılacak Uluslararası Feminist Forum’un tüm etkinlikleri herkesin katılımına açık gerçekleşecek. Forum’un birinci günü simültane çeviri yapılacak.



ULUSLARARASI FEMİNİST FORUM



Kaos GL

10-11 MART 2012, CUMARTESİ-PAZAR

Ahmet Taner Kışlalı Sanat Evi, Cebeci Kampüsü, Ankara Üniversitesi



10 MART 2012, CUMARTESİ



AÇILIŞ - Saat: 10:30

Doç. Dr. Betül Yarar, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

Prof. Dr. Simten Coşar, Kaos GL Danışma Kurulu Üyesi & Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü



BİRİNCİ OTURUM - Saat: 11:00-12:30

“Eşcinsel ve Müslüman – İslamofobi ve Homofobi Arasında Özgürleşme ve Sekülerizm”

Ludovic Zahed, Homos Musulmans de France | Gay Muslims & CALEM, Fransa

Moderatör: Doç. Dr. Alev Özkazanç, Ankara Üniversitesi SBF Kadın Çalışmaları ABD & KASAUM (Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi)



Yemek Arası: 12:30-13:15



İKİNCİ OTURUM - Saat: 13:15-14:45

“Arap Coğrafyasında LGBT Mücadeleleri”

Dr. Samar Habib, Western Sydney Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Lübnan

Moderatör: Doç. Dr. Betül Yarar, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi & Ankara Üniversitesi SBF Kadın Çalışmaları ABD



ÜÇÜNCÜ OTURUM - Saat: 15:15-16:45

“Queer ve LGBT Arasındaki Tek Fark Alfabetik Harfler Değildir”

Anna Maria Sörberg, Yazar ve Gazeteci, İsveç

Moderatör: Yrd. Doç. Dr. Emek Çaylı, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi



TRANS-FEMİNİST ATÖLYE - Saat: 17:00-18:30

Moderatör: Buse Kılıçkaya, Pembe Hayat Derneği

Feminizmler trans varoluşa nasıl bakıyor? Trans feminizm mümkün mü? Feminizm mi queer yoldaşlığı mı? Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tartışmalarında sıra trans bireylere gelince toplumsal cinsiyetin kurgusal olduğunu unutabiliyor muyuz? Kadın dayanışması, heteroseksüel, orta sınıf, üniversiteli, beyaz, türk, biyolojik kız kardeşlik mi? Yoldaşlıkla hayatlarımızı nasıl çoğaltabiliriz?

5 Mart 2012 Pazartesi

eski diyarbakır'da kültürel çeşitlilik sergisi 10 mart'ta sona eriyor



Küratörlüğünü Birzamanlar Yayıncılık’tan Osman Köker’in yaptığı “Eski Diyarbakır’da Kültürel Çeşitlilik” başlıklı sergi, çoğunluğu 20. yüzyıl başına ait 200’den fazla fotoğraf aracılığıyla, Diyarbakır’ın kaybolan halklarının hikâyesini anlatıyor. Fotoğraflarda şehrin o zamanki mimari dokusunun yanı sıra gündelik hayatından da görüntüler yer alıyor. Gezginlerin ve araştırmacıların sunduğu veriler 20. yüzyıl başında büyük ölçüde Suriçi’nden ibaret olan Diyarbakır şehrinin nüfusunun 35.000’e yakın olduğunu ve halkın yarısı kadarını gayrimüslim toplulukların oluşturduğunu gösteriyor. Çoğunluğu Ermenilerden oluşan bu grupların arasında Süryaniler, Keldaniler, Katolik ve Protestan Ermeniler, Ortodoks ve Katolik Rumlar, Yezidiler de bulunuyor. Ticari yıllıklar ise şehrin ekonomik hayatında gayrimüslim grupların büyük bir ağırlığı bulunduğunu gösteriyor. Annuaire Oriental adlı ticari yıllığın 1914 tarihli baskısında yer alan isimlerden, kuyumculukla uğraşan 12 firmanın tamamının, 11 duvar ve taş ustasının 10’unun, 9 bakır tüccarının ve ipekli kumaş üretimi yapan 10 firmanın tamamının, pamuk, ipek, tahıl, yün vb malların ticaretiyle uğraşan 38 tüccarın 29’unun Ermeni olduğu anlaşılıyor. Şehirde Ermeni ve Süryanilerin yanı sıra Katolik ve Protestanlar tarafından kurulmuş okullar da var. Ermenice yayınlanan gazeteler, tiyatro grupları, Ermeni ve Süryani bandoları şehrin hayatının çok renkli olduğunu gösteriyor.

Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak hazırlanan sergi, 10 Şubat Cuma günü saat 18.30’da Tütün Deposu’nda açıldı ve 10 Mart’a kadar pazar-pazartesi hariç her gün 11.00-19.00 arasında açık kalacak.

Birzamanlar Yayıncılık, Anadolu Kültür ve Global Dialogue işbirliğiyle hazırlanan sergi daha önce Diyarbakır’da da gösterilmişti.

Tütün Deposu
Lüleci Hendek Caddesi, No: 12
Tophane – İstanbul
0212 292 39 56

1 Mart 2012 Perşembe

ahmet ve nedim'in gazeteci arkadaşlarından açıklama: tam 1 yıl oldu; cumartesi 11.00'de taksim'deyiz

Tam bir yıl oldu.
Ahmet ve Nedim'in Gazeteci Arkadaşları olarak bizi Beşiktaş'taki özel yetkili mahkemenin kapısına getiren o lanetli günlerin üzerinden bir yıl geçti.
Gazeteci arkadaşlarımızın “terör örgütü üyesi” olduğu iddiasıyla evlerinin basılıp, gözaltına alındıkları o günün üzerinden geçen 365 gün…
Bir yıl önce o gün, iktidarı rahatsız eden, “dokunan” her sesin susturulması için hazırlanan operasyonların da miladı oldu.
Tutuklanan gazetecilerin, gizli faaliyetlerde bulundukları, delillerin ortaya çıkacağı, “bilmediğimiz şeylerin olduğunun” söylenmesinin üzerinden bir yıl geçti, iddianame yazıldı, mahkeme başladı.
Ama o deliller hala bulunamadı.
Yargılama sürecinde de “delil oldukları iddia edilen belgelerin” yayınlanmış haberler, haber toplantıları, telefon konuşmaları, kitaplar olduğu ortaya çıktı.
Peki bir yıl boyunca ne mi oldu?
- Yayımlanmayan kitapları yasakladılar.
- Tutuklanan gazeteci sayısını üçe katladılar, dalya dediler 100'ü aştılar.
- Gazeteciler yetmedi, dağıtımcılara saldırdılar.
- Önce medya patronlarını, sonra reklamverenleri tehdit ettiler.
- Beğenmedikleri köşe yazarlarını, basın emekçilerini işten attırdılar.
- Gazete sayfaları ve televizyon ekranlarını aykırı her sese kapatmak için meslektaşlarımızı işsiz bıraktılar.
Bir yılda, onlarca basın emekçisi işinden oldu. Onları ne ekranlarda görebiliyorsunuz ne gazete sayfalarında okuyabiliyorsunuz, haberlerin altındaki imzalar bir bir yok oluyor.
Daha fazlası da başında “Demokles’in kılıcıyla” çalışıyor. Meslektaşlarımız, bir korku ikliminin dayattığı sansürle boğuşuyor.
Ama içerde ya da dışarıda, hiçbirimiz susmuyoruz ve korkmuyoruz.
Tıpkı 90'larda arkadaşlarımız tek tek katledilirken haykırdığımız gibi, susmuyoruz ki sıranın bir başkasına gelmesine izin vermeyeceğimizi gösteriyoruz.
Bizler ANGA olarak Cumartesi sabahı cezaevindeki 104 gazeteci ve 35 dağıtımcıyı unutmadığımızı, unutturamayacaklarını haykırmak için saat 11.00'de Taksim'de buluşacağız.
Galatasaray'a yürüyüp açıklamamızı yapacağız.
Ardından da tam bir yıl önce soğuk bir cumartesi sabahı bize kucak açan Cumartesi Anneleri'nin 362'nci hafta eylemine katılacağız.
Bir gün hepimizin “terörist” ilan edilebileceği tehdidiyle susmamızı emreden TMK’nın ve muhalifleri “özel bir hukuka tabi tutan” ÖYM’lerin kaldırılmasını; gazetecilere ve ifadeye özgürlük isteyen herkesi de bekliyoruz.