25 Aralık 2012 Salı

yeni şafak ve trt haber internet sitesi'nin pozantı haberleri hakkında ihd'den açıklama


YENİŞAFAK GAZETESİNİN 21.12.2012 TARİHLİ DEZENFORMASYON HABERİNE KARŞILIK ZORUNLU AÇIKLAMA



Yeni Şafak Gazetesi ve TRT Haber İnternet Sitesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürlerini İnsan Hakları Derneğinden ve Ali Tanrıverdi’den özür dilemeye davet ediyoruz.



21 Aralık 2012 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’de “Pozantı da İşkence İddiası Aynı Elden” başlıklı yazıda, Pozantı Cezaevi’ndeki işkence, taciz ve kötü muamele iddialarının KCK operasyonları sonrası ortaya çıkan ses kayıtlarının çürüttüğü belirtilmiş, bu ses kayıtlarının TRT Haber sitesinde yayınlandığı belirtilerek, İHD Mersin Şube Başkanı Ali Tanrıverdi suçlanarak, bu iddiaların sanki olmamış gibi Ali Tanrıverdi tarafından derneğe başvuran çocuklara yazdırıldığına dair tamamen dezenformasyon içerikli bir haber yapılmıştır.

Pozantı Cezaevi’nde yaşanan işkence ve taciz olayları İHD Mersin Şubesi’ne 23-24 Mayıs 2011 tarihlerinde bizzat işkence ve tacize maruz kalan çocukların başvurusu üzerine şubemiz tarafından işleme alınmış, mağdurlar TİHV Adana Temsilcisine yönlendirilmiş, TİHV Adana Temsilcisi hekim tarafından değerlendirme raporu hazırlanmış, bu değerlendirme raporu üzerine Mersin Şubemiz tarafından 12 Temmuz 2011 tarihinde TBMM İnsan Haklarını İnceleme ve Araştırma Komisyonu’na, Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’ne, Adana Valiliği İl İnsan Hakları Kuruluna gereğinin yapılması için müracaat edilmiş ve müracaat dilekçesi ekine derneğimize yapılan başvuruların fotokopileri ve TİHV Adana Temsilciliğinin hazırladığı fiziksel ve ruhsal ön rapor eklenmiştir. Başvuru formunun ön kısmı şube yöneticimiz tarafından doldurulmuş olup, başvuru ekindeki olayların anlatıldığı dilekçe ise bizzat başvurucular tarafından yazılmıştır. Başvuru formu ve ekindeki dilekçeler olduğu gibi yetkili makamlara gönderilmiştir. Konu aynı zamanda genel merkezimize de bildirilmiştir. Konu ile ilgili olarak derneğimiz taciz olayının çocuklar üzerindeki ruhsal etkisini düşünerek olayı basınla paylaşmamış, yetkili makamların tedbir almasını beklemiştir. Ancak daha sonra mağdurların bir muhabire yaşadıkları olayları anlatmaları üzerine olay basına intikal etmiş ve basına intikal etmesi ile beraber olay kamuoyuna mal olmuştur.



Olayların ve iddiaların ciddiliği karşısında Adalet Bakanlığı adli ve idari soruşturma açmış, sorumluların görev yerleri değiştirilmiş, adli soruşturma ise devam etmektedir. Bunun yanı sıra Pozantı Cezaevi kapatılmış, çocuklar Ankara Sincan Cezaevi’ne nakledilmiştir.



Pozantı cezaevinde yaşanan işkence ve tacizin mağdurlar üzerinde bıraktığı etki 17 Eylül 2012 tarihinde B.E’nin kaldığı evin 4. katından atlayarak intihara girişmesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu olay aynı zamanda yaşananların inkar edilmesi ve mağdurlar üzerinde kurulan her türlü baskının nasıl sonuçlanabileceğinin de bir örneğini oluşturmaktadır.



Pozantı Cezaevi’nde yaşanan işkence ve taciz olayları dünya kamuoyunda mahkum olmuş en kötü olaylardan birisidir. Şube başkanımız Ali Tanrıverdi’nin insan hakları savunuculuğu kapsamında görevini yaparak işkence ve tacize karşı mücadele etmesi kimi çevreleri rahatsız etmiştir. Adana TMK 10. maddesi ile görevli Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2012/1117 soruşturma nolu soruşturma dosyasında Ali Tanrıverdi ve bir çok kişi Adana 3 Nolu TMK 10. madde ile görevli hakimlik tarafından 28 Eylül 2012 tarihinde tutuklanmıştır. Hakimliğin sorgu zaptına bakıldığında, tutuklama nedeni olarak Ali Tanrıverdi’nin BDP Mersin Siyaset Akademisinde yapmış olduğu konuşmalar gerekçe gösterilmiştir. Ali Tanrıverdi halen Adana Kürkçüler F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutukludur.

TRT Haber’in ve Yeni Şafak Gazetesi’nin Mersin’deki tutuklu soruşturma ile ilgili ve özel olarak da Ali Tanrıverdi ile ilgili yapılmak istenen dezenformasyona kendilerini alet etmesini kınıyoruz. TRT’nin ve Gazetenin basın etik ve ahlak ilkelerine uygun yayın yapmasını ve derneğimiz ile birlikte Ali Tanrıverdi’den özür dilemesini bekliyoruz.

TRT’ye ve Yeni Şafak Gazetesi yazarlarına şunu hatırlatmak isteriz. Türkiye adeta yeni bir 28 Şubat süreci yaşamaktadır. Toplumsal muhalefeti oluşturan kesimler, Kürt legal siyasal hareketi, insan hakları savunucuları ve daha birçok çevre ve kesim siyasal iktidarın uygulamalarını eleştirdikleri ve sessiz kalmadıkları için özel yetkili mahkemeler aracılığı ile üzerlerinde yargı baskısı kurulmuştur. Bu baskı politikası uygulanmaya devam etmektedir. Siyasal iktidara yakın olanların muhaliflere ve doğruyu söyleyenlere yapılanlara seyirci kalması anti demokratik bir davranış olduğu kadar etik de değildir.



Ali Tanrıverdi insan hakları savunucusudur. Hiçbir kesim ve hiçbir çevre onun bu kimliğini karalamaya çalışmamalıdır.



İNSAN HAKLARI DERNEĞİ




6 Aralık 2012 Perşembe

ferhat encü'nün roboskili aileler adına avrupa parlamentosu'nda yaptığı konuşma


Değerli parlamento üyeleri, sevgili misafirler;
28 Aralık 2011 gecesi,  Şırnak’ın (Şirnex) Uludere (Qileban) ilçesi Gülyazı (Bejuh) ve Ortasu (Roboskî) köylerinden Irak sınırına “Sınır Ticareti” için geçmiş ve dönmekte olan sivillerin Türkiye Silahlı Kuvvetlerine ait savaş uçakları tarafından bombardımana tutulması sonucu 34 canımız toprağa, can’larımızın evlerine ise ateş düştü! Ben bugün burada sizlere bu konuda bir sunum yapmak üzere bulunuyorum…
Sizlere önce Roboskî ve Bejuh’tan bahsetmek istiyorum;

Bugünkü Roboskî ve Bejuh, Şırnak’ın Uludere (Qileban) ilçesine bağlı köylerin 90’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (TCD) güvenlik güçleri tarafından boşaltılıp insanların sürülmesi neticesine, köylerinden sürgün edilen insanların akrabalarının yanlarına yerleşmesi ile kuruldu.
Köylerimizin çevresindeki arazilere TCD tarafından mayınlar döşendi, geçimini sağlamak için araziye çıkanlardan bugüne kadar 5 kişi yaşamını yitirdi ve 20’den fazla kişi sakat kaldı… Ölen hayvan sayısı hakkında bir tahminde dahi bulunmak zor…
Köyümüzde bizim “sınır ticareti”, “kervan”, “hudut” dediğimiz, devlet ve onun gibi düşünenlerin ise “kaçakçılık” dediği işten başka, insanların geçimlerini sağlayabilecekleri bir imkân bulunmamaktadır.
Biz buna “kaçakçılık” demiyoruz; çünkü biz, irademiz dışında masa başında çizilmiş o sınırı hiç tanımadık, tanımayacağız. Dedelerimizden beri “kaçağa” gideriz. Zaten köyün yarısı bu tarafta, yarısı Irak’ta, akrabalar da öyle… Kimimizin kardeşi, kimimizin tarlası var öbür tarafta… Üstelik fiziki bir sınır da yok orada, sadece bir taş var, on beş no’lu sınır taşı...

Üç kıtaya yayılmış imparatorluğun bakiyesi olarak kalan üzerinde yaşadığımız “millî” topraklarda, imparatorluğun habitatından taşacak toplumsal travmalar yaşanmış, yaşanıyor. Ermeni Kırımı’ndan Dersim Tertelesi’ne, 6-7 Eylül yağmalarından askeri darbelere, Çorum ve Maraş katliamlarından Madımak’a, 28 Şubat’tan Zanqirt (Bilge) Köyü ve Roboskî katliamlarına uzanan, uzun ve geniş bir katliamlar tarihinin travması üzerinde yaşıyoruz. İşte tarihe “Roboskî Katliamı” olarak kaydedilen o elim hadise, bu travmalar zincirinin bir halkasıdır.

28 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde, yine her zaman olduğu gibi orada bulunan yerel askerî birimlerin bilgisi dâhilinde ve onların gördüğü biçimde köylülerimiz “sınır ticareti” yapmak üzere gittiler. Katliamın gerçekleştiği günden yaklaşık bir ay önce gidiş-gelişler oldukça kolaylaştırılmış, on gün öncesinde yol üzerindeki askerî mevziler tamamen boşaltılmıştı… Zaten sınırın Irak tarafının dümdüz bir alan olması sebebiyle, bombalamanın yapıldığı yer -Murat Karayılan’ın açıklamasına göre 1991 yılından- bugüne kadar PKK tarafından hiç kullanılmamıştı…
Sınırın diğer tarafına sorunsuz bir şekilde giden köylülerimiz, dönüşte çok feci bir durumla karşılaştılar. Askerin alternatif üç yolu da tuttuğunu gören köylülerimiz “dur ihtarı” yapılmadan uyarı ve top ateşine tutuldular. O gece katliamda yaşamını yitirenlerden 13 yaşındaki Muhammed ENCU’nun babası Ubeydullah ENCU karakol komutanını aramış ve komutana çocuğunun da içinde bulunduğu bir grubun orada olduğunu söylemiştir. Komutan bundan haberdar olduğunu ve yapılanın “korkutmak maçlı” bir uyarı ateşi olduğu cevabını vermiştir. Oysa olay böyle gelişmemiş, çocuklarımız F-16 savaş uçakları tarafından bombardımana tutulmuşlardır.
Bombardımandan sonra olay yerine gitmekte olan köylüler -gelen emir üzerine- dönen askerlerle karşılaştıklarını, köylüler olay yerine vardıklarında bazı cesetlerin hala yanmakta olduğunu ve yaralı sayısının 13 olduğunu ifade etmektedirler. Katliamın yaşandığı andan beri bütün yetkililere haber vermelerine rağmen katliam yerine hiçbir yetkili gelmemiş köylüler kendi çabaları ile yaralıları sırtlarına alarak taşımışlardır. Bombalama bitiminde cenazeler ve yaralıların taşındığı esnada Şırnak sağlık ekipleri olay yerine gitmek isterken askerler tarafından engellenmişlerdir. Parçalanmış bedenleri kendi ellerimizle katliamdan sağ kurtulan katırların semerleri içine koyarak köye getirmeye çalıştık. Yaralıların çoğunun kan kaybından ve/veya donarak öldüğü katliam yerine giden bütün köylülerce bilinmektedir. Bombalamada ölen 34 kişiden 17si 18 yaşından küçük çocuklardı. Bunun nasıl bir travmaya sebep olduğunu köye bir kere gelen herkes açıkça görebilir. Köylüler o günden sonra psikolojik olarak bunalıma girdiler. Bu bunalım hali yaklaşık bir yıldır devam etmektedir.

Türk Medyası haber değeri tartışmasız olan bu acı olayı 12 saatten fazla süren bir zaman görmedi! Bunu haber olarak aktarmak isteyenler de reji odasından yapılan müdahalelerle engellendi! Resmî açıklamalar gelmeye başladığında haber ajansları öfemizm (euphemism) yoluna başvurarak bu katliamı “Irak Sınırındaki Olay” şeklinde naif bir başlıkla aktardı… Sonraki günlerde yapılan tartışmalar; “ölenler kaçakçı mı, terörist mi?” “olay kaza mı, ihmal mi, tuzak mı?” başlıklarından öteye geçmedi.
Türkiye toplumunun batı yakası böyle bir katliam hiç yaşanmamış gibi üç gün sonra sabaha kadar süren yılbaşı kutlamaları tertip ederken bizler; gözümüzün önünden gitmeyen evlatlarımızın, kardeşlerimizin parçalanmış cesetleri karşısında uykusuz, kahır dolu bir geceyi yaşadık…
TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu katliamdan sonra “gösterdikleri hassasiyet nedeniyle” Genelkurmay Başkanı ve askerî komuta kademesine teşekkür ederek devletin bundan sonra takınacağı tavrın ilk işaretini verdi…
Katliamın yapıldığı gece ambulansları geri çeviren ve katliam yerine helikopter göndermeyen yetkililer (köylülerin ifadesine göre) bir gün sonra katliam yerine helikopterle bir ekip göndermiş ve bu ekip katliamdan geriye kalan her şeyi (insan ve katır cesetlerinden parçalar, bidonlar vs.) bir alana toplayıp ateşe vermiş, yani delilleri karartmıştır… Katliamdan hemen sonra "hata olmuştur, kimseyi tutuklamayacağım" diyen Savcı, “olay yeri incelemesini” helikopterle havadan yapmış ve tutanaklara “hiçbir şey göremediklerini” kaydını düşmüştür.
Öylesine özensiz davranılmıştır ki, bombalamada ölenlerin isimleri ve sayıları otopsi raporlarına, dolayısıyla bilgi kaynaklarını oradan alan İnsan Hakları Örgütlerinin raporlarına yanlış girmiştir. Olaydan hemen sonra köye gelen MAZLUMDER, İnsan Hakları Derneği (İHD), Diyarbakır Barosu, Kamu Emekçileri Sendikaları konfederasyonu (KESK), Kardeşlik İçin Adalet Platformu (KİAP) gibi kuruluşlar raporlama çalışmaları yapmış ve bu olayın “katliam” olduğu noktasında kanaat belirtmişlerdir.

O gece devlet  bomba olup gökten üzerimize yağdı. Çocuklarımız, akrabalarımız neye uğradıklarını şaşırdılar. Ölüm kustuğu yetmiyormuş gibi bizi kendi ölülerimizle baş başa bırakan devlet, katliamda sonra tehditlerle, ölülerimizi toplu şekilde gömmemize bile engel olmaya çalıştı!
Kürdistan’da yas uzun sürer, hele bu kadar insanın birden öldürüldüğü bir yas daha da uzun sürer. Yine bizde adettir, ölüme ihmal yahut kasıtla sebebiyet vermiş olan, ilk günlerde ölenlerin yakınlarına görünmez. Çünkü ölenlerin yakınları öfkelidirler ve o öfkenin her an patlaması muhtemeldir. Fakat çocuklarımızın ölümüne sebep olan ve yaklaşık bir asırdır bize idare eden devlet bu en genel âdetimizi dahi bilmiyormuşçasına, köyün önde gelenlerinin bütün uyarılarına rağmen yasımızın ikinci günü kaymakamı taziyeye gönderdi. Yakınlarının böyle feci bir şekilde katledilmiş olmasının öfkesi ile kötün gençleri doğal olarak kaymakama tepkide bulundular. Bizim de tasvip etmediğimiz hadiseler cereyan etti, kaymakam darp edildi, istenmeyen görüntüler oluştu.
Bu hadiseden sonra bombardımanda yaşamını yitiren köylülerin akrabalarından insanlar gözaltına alındılar, tutuklanıp tahliye dilenler oldu. Köydeki insanların birçoğu hakkında yakalama kararı çıkarıldı, kimse köyden dışarı çıkamadı, hastalarımızı ilçeye götüremedik, köyümüz adeta açık cezaevine dönüştürüldü. İnsanların gözaltına alınmaları korkusu hala devam ediyor… Gözaltına alınanlar “kasten adam öldürmeye teşebbüs” suçundan yargılanmaktadırlar. Ben o gün kaymakama karşı bir şiddet girişiminde bulunmadığım halde, sorumlular cezalandırılıp adalet yerini bulsun diye bu katliamı sürekli gündemde tuttuğum için aynı suçlama ile tam 6 kez gözaltına alındım. Bunlar yetmezmiş gibi Şırnak İl Jandarma Alay Komutanı Osman Aslan tarafından kameralar önünde “Ferhat ben seni biliyorum, sen başkalarının güdümüyle hareket ediyorsun, senin de zamanın gelecek.” sözleriyle açıkça tehdit edildim. O komutanın bu sözleri sebebiyle teşekkür alıp almadığını bilemiyoruz, ama herhangi bir soruşturma geçirmediği kesin…

Katliamın yaşandığı ilk günden bu yana, biz hükümetten adalet talep ettikçe hakarete uğradık, üzerimizdeki baskılar arttı. Katliamda yakınlarını kaybedenlerden medyaya konuşanlar “haddinizi bilin, çenenizi kapayın, sağda solda konuşmayın” içerikli telefonlarla tehdit edildiler. Roboskî katliamı için dava açmaya giden köylülere katliam ile ilgili hiçbir şey sorulmazken; “neden toplu taziye veriyorsunuz?”, “neden tabutlara o bez parçalarını örttünüz?”, “neden BDP size sahip çıkıyor?” gibi refleksif sorular soruldu…
Daha yakınlarımızın toprağı kurumadan hükümet tarafından “rekor tazminat” ile ödüllendirildiğimiz haberleri yayıldı. Oysa biz o tazminatlara hiç dokunmadık…
İçişleri Bakanı yaşamını yitirenler için “dolap beygiri”, “terör örgütü figüranı” gibi ifadeler kullandı. Başbakan Erdoğan köylülerin mayına basmadıklarını söyleyerek ellerinde mayın haritaları olduğunu ima etti, hâlbuki bütün bir Türkiye’nin gözüne baka baka yalan söylüyordu. Çünkü bugüne kadar köyde mayına basarak yaşamını yitirmiş ve sakat kalmış birçok insan var; bu da başbakan için başka bir ayıp olsa gerek…
Katliamdan sonra işe başlamadıkları gerekçesiyle korucuları toplayan Alay komutanı Abdullah Paşa,"bu olayı devlet yaptı,  diyelim ki ben yaptım, ne olacak? Siz devlete karşı ne yapabilirsiniz ki?" diyerek katliamı küçümsemiş ve devlet kibrinin başka bir örneğini sergilemiştir. Katliamdan sağ kurtulan Hasan Ürek, bir televizyon kanalında konuşmasının akabinde vali ve emniyet müdürü tarafından çağrılarak, kendisine iş sağlanıp, bundan sonra bu sürece müdahale edilmemesi istenmiştir.
Katliamdan sağ kurtulan Servet Encü, ailelere yapılan baskı ile birlikte, adalet umudunun zayıflaya zayıflaya tükenmesi neticesinde ailesi ile birlikte Türkiye’yi terk edip Irak Kürdistanı’na yerleşti. Bir vatandaşın devletinden ümidi keserek doğup büyüdüğü toprakları terk etmesi, devletin başında bulunanlar için büyük utanç olsa gerek, ama olmadı…
Devlet bütün bunlardan bir ders çıkarmadığı gibi benzer girişimlere devam etti. Katliamdan kısa bir zaman sonra Roboskî yaylasında hayvanlarını otlatan köylülerin üzerine ateş açıldı. Kayalıklar arkasına sığınarak kurtulan köylülerin 4 keçisi yaralandı.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yılmadık ve adalet talebimizi her yerde dile getirmeye devam ettik. Sorumluların açığa çıkarılıp yargılanması talebini gittiğimiz her makama tekrar tekrar ilettik. Bu bağlamda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iki kere ziyarete gittik ve her ikisinde de meclisteki partilerle görüştük. İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ilk görüşmemizde Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı tarafından, 27 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşen ikinci görüşmemizde ise bir başka Grup Başkan Vekili Mahir Ünal tarafından hakarete uğradık. Son görüşmemizde AKP’li Ünal’a hangi somut adımı attıklarını sorduğumda bana içlerinde benim de bulunduğum Roboskîli 40 öğrenciye burs verdiklerini açıkladı. Bizim kendilerinden böyle bir talebimiz olmadığı gibi, bize bağlanan burstan da haberimiz yok. Tazminatı kabul etmeyip el sürmeyen aileler olarak 100 TL bursa minnet edeceğimizi düşünmeleri bize ilginç geldi doğrusu…

Türkiye’de iktidar partisi AKP’nin Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu tarafından çöpe atılmasıyla meşhur son AB ilerleme raporunda Roboskî katliamından söz edilirken; katliama ilişkin “siyasi sorumluluk konusunda tartışma olmadığı…”, “Uludere’de sivillerin hayatını kaybetmesi gibi olaylarda, etkili, hızlı ve şeffaf bir soruşturma yürütülmesi yönünde yetkililere yapılan çağrıların yanıtsız kaldığı…”, “Kürt meselesine ilişkin olarak Hükümetin yeni strateji söyleminin, siyasi çözüme yönelik ilerlemeye dönüşmediği…” eleştirilmektedir.  Raporda eleştirilen bir başka nokta da “yetkililerin, birçok STK’nın [34 sivil vatandaşın öldürüldüğü] olayın gerçekleştiği yere gitmesini engellemesi…” konusudur. Bu eleştirilerin hepsi yerindedir. Katliam yerine gitmek isteyen kimse bırakılmamış, hatta bir kitap çalışması için sınıra giden bir şair ve ona mihmandarlık eden Roboskîli dört genç, 1000er TL para cezasına çarptırılmışlardır.

"Ankara'nın dehlizlerinde kaybolmayacağı" sözü verilen katliamın soruşturması, aradan geçen zamanın bir yıla yaklaştığı şu günlerde henüz arpa boyu ilerlemiş değil…
Türkiye siyasetini yakından takip edenler bilirler; bir mesele unutturulmak isteniyorsa (hiçbir sorumlu açığa alınmadan) ya komisyona yahut yargıya intikal ettirilir, mesele zamana yayılır ve zamanla unutulur. Bu durum Roboskî katliamı için de böyle oldu. Bir alt komisyon kuruldu ve mesele ötelendikçe ötelendi; Genelkurmay’dan gelen “bilgi paylaşamayız” haberini savcılıktan gelen dosyalar takip etti. Ama devlet bürokrasisini resmeden bu süreçte hiçbir sorunun cevabı yoktu, belli olan failler bir türlü ortaya çıkarılamadı…
Alt komisyon yakın bir zamanda raporunu açıklayacağını deklare etti. Ama ilk günden beri sorduğumuz şu dört sorunun cevabının raporda yer almayacağını da peşinen söyledi. O sorular şunlardır: 1.Heron görüntülerini hangi birim ve kimler izledi, değerlendirdi? 2.Hedef tayinini hangi birim ve kim(ler) yaptı? 3.Oradaki insanların PKK militanları olduğuna kim hükmetti? 4.Vur emrini kim verdi?
Bizler ilk günden beri bu sorulara cevap verilmesini, katliamın sorumlularının açığa çıkarılıp yargılanmasını talep ettik, ediyoruz. Devletin bizlere ödemeyi vaad ettiği tazminatı da adalet yerini bulmadan almayacağımızı açıkladık.
Roboskî katliamı sınırın Irak tarafında gerçekleşmesinden dolayı bir “sınır ötesi operasyon”dur ve bunun en tepedeki sorumlusunun siyasi irade olduğunu düşünüyoruz.
Sonuç olarak; sizden köyümüze bir heyet göndererek katliama ve katliamdan sonrasındaki sürece ilişkin bir gözlem raporu hazırlamanızı ve Roboskî Katliamı’nın "insanlık suçu" olarak tanımlanıp adalet sağlanıncaya kadar bu sürece müdahil olmanızı talep ediyoruz…
Başta ifade ettiğim gibi Roboskî Katliamı, Türkiye toplumunun maruz kaldığı toplumsal travmalar tarihinin bir halkasıdır. Adaletin yerini bulması ailelerin yüreğine bir nebze de olsa su serpeceği gibi, bu travmaların son bulması adına da ümit olacaktır.
Roboskî’de adalet inşa edilmezse geleceğin karanlık olacağını bilmenizi isterim…
Saygılarımla…
Roboskîli aileler adına Ferhat Encu
(kaynak: hür bakış)

bugün eskişehir'de "herkes bebek doğar" davası duruşması var


6 ARALIK (PERŞEMBE)
SAAT: 15:05
ESKİŞEHİR ADLİYESİ, 4. SULH CEZA MAHKEMESİ


Tüm üyelerimizi, medya mensuplarını, hukuk ve insan hakları örgütlerini parşembe günü 8. celsesi görülecek, kamuoyunda Herkes Bebek Doğar davası olarak bilinen Ahmet Aydemir, Fatih Tezcan, Halil Savda ve Mehmet atak'ın yargılandıkları TCK 318'davsını izlemeye, duruşmalarda Uluslarası Hukuku, İnsan Hakları Hukukunu ve bizzat TC Anayasa'sını hiçe sayan uygulamaların tanığı ve takipçisi olmaya çağırıyoruz.

Yargıç üyelerimiz Orhan Gazi Ertekin, Kemal Şahin, Faruk Özsu son günlerde peşpeşe yazıyorlar: "Türk Yargısı hukuka değil, iktidarın siyasetine göre işler. Militaristtir" diye.

Askeri hapishanede işkence gören vicdani redci Enver Aydemir'i, askeri mahkemede desteklemek için giden gruptan 5 kişiye, Cumhuriyet Savcılığının "Herkes bebek doğar", "Barış için vicdanı red", "Hiç kimse asker doğmaz", "Biz orduya sadece fındığa gideriz" gibi sloganları suç unsuru gösterdiği iddianame üzerine açılan ve ilk celsesi 21 Nisan 2011 tarihinde görülen dava, bu hukuksuz davada cebren alınmış vergilerimiz keyfi olarak çarçur edilerek devam ediyor.

Dava dosyasındaki metinlerde savcının iddianamedeki hukuksuzlukları ve hakimlerin davayı açma ve sürdürmekteki hukuksuzlukları, mevcut Türkiye Hukuk Sistemin'deki hangi maddelere göre açıkça belirtilmeleri, TCK 318'in ve Askerlik Kanunu'nun varlıklarının Anayasa'nın hangi maddelerine göre suç teşekkül ettiği açıkça belirtilmesine ve Mehmet Atak'ın bunun saptanması için talep ettiği bir hukuk fakültesi, anayasa hukuku kürsüsünden bilirkişi talebi, hakim tarafından inceleme listesine alınmasına rağmen, halen savunma hakkı alanen kullandırılmayarak işleme konulmuyor. Savcının suç duyurusundaki iddiasına karşı talep edilen bir tıp fakültesi kadın doğum kürsüsünden bilirkişi de hala savunma hakkı kullandırılmayarak getirilmedi.

Buna karşın 4. celsede narkozsuz doğum yapmış üç kadın, çocuklarını asker değil bebek olarak doğurduklarını açıklayıp davaya müdahil oldular.

Avrupa Parlementosu Bakanlar Kurulu, Türkiye'ye "vicdani red hakkını" tanıması için ültümoton verdi. Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde peşpeşe vicdani red konusunda mahkum ediliyor.

Peşpeşe zamlar geliyor, peşpeşe insanlar öldürüyor ve denetleyemediğimiz vergilerimizin, temmuz ayında 286.6, ağustosta ise 197.8 milyon lirası  'Silah araç gereç ve savaş teçhizatı' kalemine harcanıyor, bütçede, 'gizli hizmet giderleri' kalemi altındaki örtülü ödenekten silah harcamaları ise son iki ayda 156.5 milyon lira, yıl başından beri 587.7 milyon lira. Bu buzdağının görünen yüzü. Türkiye, silah harcamalarının genel bütçeye oranında Kuzey Kore ve Meksika'nın ardından dünyada üçüncü sırada. Bu devasa silah harcamalarının hangi şirketlerle yapıldığı, kimlerin aracı olduğu ve ne kadar nemalandığı ve bu yüzden daha ne kadar ölüme ihtiyaç olunduğundan araştırmacı gazeteciler hiç bahsetmiyor.

Herkes Bebek Doğar davasında ve peşinden açılan yeni bir TCK 318'den Eskişehirde yargılanan Savda, eski TCK'nın ünlü 155'ci maddesi, 1 Haziran 2005'te yürürlüğe giren yeni kanunda TCK 318 sıra numarası ile korundunduğundan beri, halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanmak veya propaganda yapmak suçlamasiyla ceza alan ve cezası ertelenmeyen ya da paraya çevrilmeyen, bu suçlamadan iki kez hapis yatmak zorunda kalan ilk kişi.

TCK 155 dönemi Erhan Akyıldız, Ali Tevfik Berber, Bilgesu Erenus, Saruhan Oluç, Osman Murat Ülke, Şanar Yurdatapan, Nevzat Onaran, Uluslararası Hukuka ve Anayasa'ya aykırı halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanmak veya propaganda yapmak suçlamasıyla hapis yatmışlardı.

Önce TCK 155’den  (daha sonra TCK 318) yargılanan, ama davaları düşen, beraat eden ya da hapis cezaları ertelen veya paraya çevrilenler arasında Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Mustafa Doğan, Koray Düzgören, Nilüfer Akbal, Cengiz Bektaş, Yılmaz Ensaroğlu , Siyami Erdem, Vahdettin Karabay, Ömer Madra, Etyen Mahcupyan, Lale Mansur, Atilla Maraş, Ali Nesin, Zuhal Olcay, Hüsnü Öndül, Yavuz Önen, Erdal Öz, Salim Uslu, Mehmet Bal, Doğan Özkan, Perihan Mağden, Birgül Özbarış, Gökhan Gençay, İbrahim Çeşmecioğlu, Serpil Köksal, İbrahim Kızartıcı, Şevket Murat, Oğuz Sönmez, Mehmet Atak, Serkan Bayrak, Gürşat Özdamar, Bülent Ersoy, Volkan Sevinç, Gökçe Otlu Sevimli, Zarife Ferda Çakmak, Mehmet Lütfi Özdemir var.

İstanbuldan, duruşma için Eskişehir'e toplu olarak gitmek isteyenler Gülsüm Ekinci'ye (0535 938 96 39) bildirebilir.

BARIŞ İÇİN VİCDANİ RED
KADIN ve VİCDANİ RED